
Oturuyorum, oturduğum yerden Tuna’yı göremiyorum ama hissediyorum 3 dakikada oradayım, o muhteşem köprüleri, saraylarıyla beni kucaklayan Tuna’da. Peşte’den Buda’ya bakacağım birazdan yine. İçime çekeceğim tarihi, güzelliği, şehrimi ikinci yuvam Budapeşte’yi.
Oturuyorum Café Gerbeaud’da, Strudel’im hayır önce Pogacsa (Poğaça) ve çayım, sonra Strudelim kahvem….Mutluyum Vörösmarty’de. Bağlıyor seni her yere bu meydan. Baharı karşılıyor, birden keman sesiyle güneş birleşiyor, gel diyor duramıyorsun yerinde koşmak istiyorsun. Müze kafelerin şehri Budapeşte, 1858 yılında bu yana hep açık benim mekan, yüksek tavanlar, güler yüzlü garsonlar, perdeler ve perdeler, porselen çay fincanları, ihtişam, tarih! Saygıyla eğiliyorum önünde. Derler ki sanatçıların ve şehrin ileri gelenlerinin uğrak yeri bu kafenin anahtarı Tuna Nehrine atılmış ve o gün bugündür hiç kapanmamış. İyi ki de kapanmamış.
Anlatacağım New York Cafe’yi de size, şimdilik Gerbaud’a elveda diyorum ve başlıyorum şehri ikinci kez keşfetmeye yüreğimden açılan kapıdan. Binlerce milletten insan seviyor bu şehri. Nasıl sevmesin, nasıl gelmesin. Güzel bu şehir. Çok güzel. Gizemli, seksi, göz alıcı…
Orta Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri Budapeşte. Tunanın kenarında Buda ve Peşteyi ayıran muhteşem köprüleri sizi sanki geçmişe götürüyor, modern ama bozulmamış, tarihe saygılı ama adapte. Peşte’den Buda’ya Aslanlı (Széchenyi Lánchíd, Chain Bridge) köprüden yürüyerek geçiyorum. Tuna kayıyor ayaklarımın altında, süzülüyor tekneler, fotoğraf çekiyor turistler. Kameram elimde köprü bitmeden 50 fotoğrafı doldurdum bile.
Köprü İngiliz Mühendis William Tierney Clark tarafından 1849 yılında yapılmış. Tuna üzerindeki ilk köprü; ulusal uyanışın, doğu ve batı arasındaki bağlantının bir sembolü aynı zamanda. Dilleri olmayan aslanlar sizi karşılıyor köprünün başında. Köprüyü yapan mimar Clark, bu köprüde bir hata bulursanız kendimi köprüden atarım demiş. Bir çocuk aslanların açık olan ağızlarında dilini görmeyip söylemiş ve mimar intihar etmiş. Efsanesi bu.
Sonra tarihi finükülerle Buda kalesine doğru yola çıkıyorum. Heyecanlıyım, bugün güneş var canım şehrimde baharı karşılıyor koca Budapeşte.
Sanki bana hoşgeldin diyor. Kraliyet sarayındayım, işte kraliçeyim yine yerlere kadar eğiliyor uşaklar, selamlıyor beni ve giriyorum avludan içeriye. Várhegy (Kale Tepesi) gülümsüyor bana tüm ihtişamıyla müzeler sarayından.
Eşsiz Tuna, Peşte’deki Parlemento Binası, Aslanlı köprü ayaklarımın altına seriliyor mavimsi gökyüzüyle bulutlara karışarak. Burdayım yine, oturuyorum ve bir kadeh Macar şarabımı hafif tatlı ama buruk yudumluyorum gözlerim kapalı seyrediyorum Budapeşte’yi bir nevi Orhan Veli misali. Aheste aheste yürüyorum Balıkçı Tabyasına, balıkçılar loncası için yapılmış meğerse; Aziz Istvan’ın at üzerinde heykeli karşılıyor beni. Kumdan kaleleri andıran masalsı görüntüsünü, yumuşak bahar rüzgarını hücrelerimin her köşesine çekiyorum, hissediyorum hafif şarabımın hoş etkisiyle. Mutluyum, huzurluyum. Seviyorum bu şehri.
Açıyorum gözlerimi, iliklerime kadar dokunuyorum yüzyılık taşlarına Aziz Matthias’ın. Kiliseye uğramadan olmaz, çağırıyor beni barok. Aziz Matthias Kilisesi’nde çok sevilen Kral Matthias’ı selamlıyorum. Bach’ın barok tınıları karşılıyor kilisede beni eski bir klavsen eşliğinde. Bir Noel’di sanırım yıllar öncesinden yine buradaydım sanki, güzel Macar halkıyla kutlarken. Anılar, anılar bu şehre ait ve hep güzel…
“Unuttun, unuttun” diye bir ses haykırıyor bana, Macarların Özgürlüğünü kutlamayı Gellért Tepesinin zirvesindeki Özgürlük Anıtı’nda. Koş elinde şampanyayla sen de kutla diyor bir ses. Hatırlıyorum birden, rivayete göre Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen paganlar Piskopos Gellért’i bir varil içerisinde tepeden yuvarlayıp öldürüyor ve Gellért’in anıtı böylece yükseliyor.
Acelem var, vaktim yok, daha yapılacak çok şey var. Rahibe Margrit uzaktan koş gel kollarıma diyor. Acaba dursam mı, gitsem mi? Saatime bakıyorum yarılamışım bile geceyi, az kalmış uyanmama. Hemen dönüyorum ve Tuna’nın üzerindeki kaplıcaları ve yeşilliği ile ünlü Margrit adasına koşuyorum. Şifa içiyorum kaplıcaların suyundan, Tatar Kral Belanın Tanrının hizmetine adadığı kızı Rahibe Margrit’i öpüyorum.
Ne göreyim 2015’teyim bisikletle uçuyorum adadan Parlamento binasına…Hayal değil gerçek mi bu diyorum. Uçarak gidilir mi Parlamento’ya? Evet hayal diyor karşı kıyıya geç ama yürü diyor bir ses, ayakkabılar bekliyor seni. Konuşacaklar, hüzünlü hikayelerini anlatacaklar.
Tuna Nehri kıyısınca yürüyerek Parlamento Binasına yakın yerde demirden ayakkabılar görüyorum (Shoes on Danube). Bu ayakkabılar 2. Dünya savaşı sırasında Tuna nehri kenarında sırtından vurulmuş Yahudilerin ayakkabılarını simgeliyor. Üzülüyorum, dalıyorum uzaklara.
Geldim işte ordayım…Mimar İnge Steigel’in önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum. Görkemlisin Tuna’nın kıyısında, mükemmelsin akşam ışıklarında. 19.yüzyıldan bu yana seyrediyorum seni Tuna’da. Parlamento şehrin en güzel yapılarından biri. Sadece ben değil, Freddie Mercury de bayılmış bu binaya üstelik satın almak istemiş, ruhun şad olsun büyük ses Freddie.
Hemen geri koşuyorum; nehir boyunca otelleri, yürüyüş alanları, enfes manzarasıyla Tuna boyunca…ve dönüp tırmanarak çıkıyorum St Stephan bazilikasına, en tepesinden haykırıyorum şehre ne güzelsin Budapeşte!
Ve alışveriş zamanı !!!!! Yuppi en sevdiğim şey. Vaci Sokağındayım Peşte tarafında; alıyorum alıyorum, veee karnım acıkıyor. Sokak boyunca yürüyorum epey Fatal’dayım, ekmek çorbası içmeden olur mu hiç ? Balık tabağını da çok özledim, neyse ki yer var. Porsiyonlarım büyük ama paylaşıyorum tüm restaurantla. Dinleniyorum ve dönüyorum…Gerbaud’nun önünden sarı metroya biniyorum …Andrassy Caddesi boyunca giden bu metro hattı Avrupa’nın ilk yeraltı ulaşımı “Millenium Underground” da diyorlar ve hala çok eski trenler hizmet veriyor, masal gibi bir hat.Vazgeçiyorum iniyorum bir sonra çünkü Budapeşte’nin Şanzelize’si, Unesco tarafından koruma altına alınmış Andrassy Ut Caddesinden yürümeyi kaçırmak olmaz.
Artık Oktagon’da kahvemi içip New York Cafe’de tatlımı yiyebilirim. Olağanüstü bir Rönesans mimarisi ve abartılı dekorasyonuyla New York cafedeyim, muhteşem mutfağını bir daha ki sefere tadacağım şimdilik tokum, çigan müziğini zaten dinledim uyurken, operamı izlemeden ağzımı tatlandırdım. Evita’nın çekildiği bu muhteşem yapıya tuvaletimi giyip gideceğim. Giyerim tabii 130 yıllık altın dekorasyonlu opera binamda, benim orası çünkü. Büyüleyici…
Ve işte meşhur Kahramanlar Meydanı beni çağırıyor. Tabii ki 20 bini aşkın eseriyle yükselen Güzel Sanatlar Müzesi’ne de uğrayacağım.12‘de çanlar yine biz Türkler için çalacak….Osmanlı’yı ilk ve son kez yenilgiye uğratarak, adı ‘Török Verö‘ (Türk Döven)’e çıkan Haçlı komutanı Hunyadı Janoş’dan, Melek Gabriel’e (Cebrail) kadar birçok bronz heykel karşımda yine…Hüzünleniyorum ve hatırlıyorum yine 2 günde öldürülen 17bin macar gencini tarihin acı sayfalarında…değer miydi? Hikayesi bol hatta ucu bize dayanan bu meydandan akşam yemeği için Gundel’e yürüyorum …
Yine acıktım. Tas kebabı bu diyor, bildiğin bizim tas kebabı annem. Gulaş’ın Kul Aşı’ndan geldiğini inkar etse de Macarlar, yiyorum muhteşem leziz Macar tas kebabını Gastronomi merkezi ünlü Gundel’de. Derlerki Gulaş; Rumeli seferlerindeki Osmanlı ordusunun kazanında kaynayan ve askere dağıtılan ettir ve bu yüzden esas adı kul aşıdır. Kaz ciğeri ve ördek eşlik ediyor Tokai şarabıma. Unesco iyi ki de koruma altına almışsın şu Macarların üzüm tarlalarını diye haykırasım geliyor. Palinkamı kaldırıyorum havaya ve şerefe diyorum garsona…
Hoş, tatlı bir yorgunluk yatağımda sabahın ilk ışıklarını karşılıyorum. Rüyamda Budapeşte’ye gitmişim ve rüyam bitmiş o da ne……uyanma diyor uyanma kuğular bana bizi de gör , öp, sev ,süzül bizimle…Derviş Gül baba uzak kaldın bana diyor, aç ellerini duanla kutsa beni diyor. Süzülüyorum Türbeye dua ediyorum geçmişe…
Meydanın arkasındaki şehir parkına koşuyorum, kuğular bekliyor beni gölette. Öpüyorum onları söz verdiğim gibi ve uyanıyorum saatimin alarmıyla. Hoşçakal Budapeşte…